“Eşeği Çizen Kazanır!”
Bazı coğrafyalar vardır; orada cehalet sadece bir hâl değil, aynı zamanda bir gelenektir.
Bilgili olmak ayıplanır, sorgulamak suç sayılır, doğru söyleyenin değil, çok konuşanın itibarı vardır.
O topraklarda halk, bilgiye değil büyüye inanır, âlime değil şarlatana kulak verir. Çünkü orada “ilim” meşakkatli bir yoldur; zahmetle öğrenilir, sabırla hazmedilir.
Oysa kolay olan varken, neden zorla uğraşsın ki insan? Kalıplar varken kim düşünceyle meşgul olsun?
İşte bu yüzden bazı toplumlar, bilgiden değil gösterişten medet umar.
Din, istismar edilirse kalabalıkları uyutmanın ilacına; siyaset, bilinmezse cehaletin makyajına dönüşür.
Böyle toplumlarda âlim yalnızdır, bilgili insan tehlikelidir. Çünkü bilen insan, sadece kendini değil, başkalarının da uyanmasını sağlar. Oysa uyanan insan, artık manipüle edilemez. Ve bu, düzeni kuranlar için en büyük tehdittir.
Öyle yerlerde camide âyet yanlış okunur, ses çıkmaz.
Mevlitte hadis uydurulur, kimse fark etmez.
Siyaset meydanlarında hakikat değil, slogan dolaşır; ilim değil, alkış konuşur. Çünkü hakikatin dili sessizdir; ama cehaletin sesi çok çıkar. İşte bu gürültüde, hakikat susar.
Ama susmayanlar da olur… Bazıları, “İlim yaymak farzdır” diyerek çıkar yola. Ellerinde kitap, dillerinde dua, yüreklerinde umutla… Ancak bilmezler ki cehaletle savaşmak, düşmanla savaşmaktan zordur. Çünkü düşmanla en azından savaşın bir ahlakı vardır; ama cehalet, kendini dost gibi sunar. Seni alkışlar gibi yapar, ama arkandan sopayı hazırlar.
İşte şimdi, böyle bir âlimin yolculuğuna kulak verelim. Okumuş, öğrenmiş, doğruyu bilen bir gencin, cehaletle nasıl sınandığını ve sonunda siyasetsiz ilmin neye benzediğini gösteren ibretlik bir fıkraya geçelim…
Zaman Odur ki
Vaktiyle İstanbul Sahn-ı Seman Medresesi’nde okuyan bir talebe vardı. Cebirden felsefeye, astronomiden kelâma kadar ne var ne yoksa öğrenmiş, bilgiyi içine çekmişti adeta. Lakin içine sinmeyen bir şey vardı: “Daha fazlası olmalı” diyerek Bağdat’a gitti. Orada da devrin âlimlerinden hadis, akaid, dil ilmi gibi dersleri tahsil etti.
Günü geldi, talebe artık kendini hazır hissetti:
“Hocam,” dedi, “İzin verin de Anadolu’ya gidip hizmet edeyim.”
Hocası baktı, yüzünde ilim, gözünde nur… Ama yine de çekincesini dile getirdi:
“Evladım, tamam ilmi öğrendin, ama halkla konuşmayı, sözün zamanını ve zeminini henüz öğrenmedin. İki yıl da siyaset tahsili yap. Çünkü her doğru, her yerde söylenmez; çünkü ilim, tek başına yetmez.”
Ama genç talebe ısrarlıydı:
“Hocam, onu da yaşayarak öğreniriz,” dedi ve izni alıp yola koyuldu.
Aylar sonra güneyde bir köyden geçerken Cuma vaktine rastladı. Caminin yolunu tuttu. Hutbeyi dinlerken bir şey dikkatini çekti: Hoca ayeti yanlış okuyor, hadisi yanlış çeviriyor, manayı da çarpıtıyordu.
Talebe dayanamadı, ayağa kalktı:
“Hocam, yanlış anladınız, ayetin manası şu şekildedir,” dedi.
Köy imamı baktı ki cemaatin gözü üstünde, hemen savunmaya geçti:
“Değerli cemaatim! Bu adam kimdir, necidir bilmeyiz. Belki de fitne tohumudur. Madem çok biliyor, ikimizi imtihan edin,” dedi.
Cemaat kabul etti. Hoca ve talebeye birer kâğıt verdiler. “Eşek” yazmaları istendi.
Hoca yazı bilmediği için kağıda dört ayaklı bir hayvan çizer. Talebe ise Arapça “eşek” anlamına gelen “ḥimār” kelimesini yazar.
Kağıtlar havaya kaldırıldığında, cemaatin çoğu okuma yazma bilmediğinden resme bakar:
“Bizim hoca daha benzetmiş,” derler.
Hoca gülümsedi, darbeyi indirdi:
“Ey cemaat! Bu adamın yazısı eşeğe bile benzemiyor. Eğer sakalından bir tel koparırsanız, Allah şahidim olsun ki o teli kefenine koyan kişi kabirde azap görmez. Çünkü bir münafığın fitnesini ortadan kaldırmıştır!”
Cemaat, hocanın sözüne iman edercesine gencin üstüne üşüşür. Sakallarını yolmakla kalmaz, döverek kovarlar.
Zar zor kurtulan talebe, soluğu tekrar Bağdat’ta alır ve hocasının elini öper:
“Hocam, siz haklıymışsınız. Sadece ilim değil, siyaset de bilmek gerekirmiş.”
Yıllar geçer. Talebe bu sefer siyaset tahsil etmiş, halkla konuşmanın, zamanlamanın, algının nasıl işlediğini öğrenmiştir. Yine o köyden geçerken, tebdil-i kıyafetle camiye uğrar. Aynı imam, aynı hutbe, yine aynı yanlışlar…
Talebe ayağa kalkar:
“Ey cemaat! Öyle mübarek bir hocanız var ki, diyar diyar dolaştım, onun gibi birini bulamadım. Vallahi kim ki bu hocadan bir kıl koparırsa, cehennem ateşi ona dokunmaz!”
Cemaat bu sözle coşar, hocalarının üzerine üşüşür. Sadece sakallarını değil, bu sefer saçlarını da yolarlar…
Fıkradan Anladıklarımız
-
Her doğru her yerde söylenmez; doğru zamanda, doğru üslupla söylenmelidir.
-
Cehalet, sadece bireysel değil; toplumsal bir felakettir.
-
İlim, bilgelikle; bilgelik ise siyasetle tamamlanır.
-
Halkın eğitilmediği yerde, din ve siyaset istismar aracı olur.
-
Bilgili olmak yetmez, bilgiyi nasıl sunacağını bilmek gerekir.
-
Cehaletin alkışı, ilmin tokadından gür çıkar.
-
Bilgisiz cemaat, yalancı hocayı yüceltir; âlimi taşlar.
-
Siyaset, yalnızca iktidar için değil, hikmet için de lazımdır.
-
Toplumu uyandırmak isteyen, önce nasıl uyandığını hatırlamalıdır.
-
Sadece hakikati bilmek yetmez; onu anlatacak zemin de gerekir.
-
İnsanlara gerçeği olduğu gibi sunmak değil, sindirebilecekleri şekilde sunmak gerekir.
-
Cehalet, bilgiyi şekle indirger; resim yazıya galip gelir.
-
Halkın gönlüne giremeyen âlim, ne kadar doğru bilirse bilsin dışlanır.
-
Her bilen, halk arasında konuşmayı öğrenmeli; yoksa bilgisi israf olur.
-
Bilgili ama kibirli bir kişi, cehaletin gözünde bozguncu olur.
-
Hakkı söylerken halkı da anlamak gerekir.
-
İnsanları dinle kandırmak kolaydır; çünkü halkın çoğu dinini bilmez.
-
İlmin yolu çetin, düşmanı ise çoktur.
-
Din istismarı, cehaletle birleşince toplumsal felaket doğurur.
-
Gerçek âlim, sadece bilen değil; aynı zamanda hikmetiyle konuşandır.
-
Halk cahilse, hocanın resim çizmesi yazıdan kıymetlidir.
-
Bilginin önüne geçen algı, gerçeğin değil, görüntünün hüküm sürdüğü toplum doğurur.
-
Her toplum, kendi hocasını alkışlar; gerçek olanı değil, duymak istediğini söyleyeni sever.
-
Cehalete laf anlatmak yetmez, cehaletin dilini de öğrenmek gerekir.
-
Hakikat, bazen bir eşek resminde bile yenilir; çünkü insanlar şekille hükmeder, içerikle değil.
Metin KOCA
